Mila ile 7. günümüz...
Mila artık üç vasıta değiştirerek yolculuk yapmamıza uyum sağladı... galiba. Bunu nereden çıkardın derseniz ;
"Dehşet verici bir kalabalık var ve çoğunluğu erkek, herkes acele ediyor. Buna karşılık toplu taşıma araç sayısı da çok ve nasıl olduğunu anlamasam da müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işliyor.
Ortalıkta pek görünmese de herkes görevini iyi yapıyor olmalı ki herşey çok organize, üstelik oldukça da temiz."
E doğru söylüyor; Henüz metrobüste oturmak nasip olmadıysa da, bazen kalabalıkta tutunacak bir yer bulmak güç olsa da ezilmeden, çantamızı kaptırmadan dolaşıyoruz.
Bugün Topkapı Sarayındayız.
Ünlü Bab-ı Ali Kapısından ( Büyük Kapı) girdik ve işte sarayın birinci avlusundayız. Çok iyi akustiği olan ve halen konser salonu olarak rağbet gören Aya İrini Kilisesi hemen oracıkta.
Saray, bir yarımada üzerinde ve çok geniş bir alana yayılıyor. Dört avludan oluşuyor. Başka ülkelerden gelen elçiler ikinci avludaki Arz Odasına kadar gelebiliyorlarmış.
Saray deniyor ama burası çok sayıda ve değişik zamanlarda inşaa edilmiş çeşitli binalardan oluşmaktadır. Padişahın özel konutu (Harem), çalışma alanı, vezirlerin toplantı alanı ( Kubbe altı), okullar, kütüphaneler, mutfaklar, ahırlar, cephanelikler, kışlalar, atölyeler, matbaa, köşkler....
Bütün saray alanının üzerinde yükselen
ve her yerden görünen ise Adalet Kulesidir.
Adaletin, her şeyin üstünde olması gerektiğini hatırlamak ve hatırlatmak için.
Altın varaklı, kalem işli, nefis çinilerle
bezenmiş birçok mekan olmasına
karşın, çok sade hatta mütevazı
olan mekanlar da var. Genel olarak
söylenebilir ki ihtişamdan çok zerafet
hakim buralarda.
Seferlerden, devlet işlerinden, bakmak için vakitleri kalır mıydı bilmem ama sarayın balkonlarından belki de dünyanın en güzel manzarası görünmektedir.
Saray Burnu yarımadasının doyumsuz manzarasında Marmara denizi, Boğaz ve Haliç bütün maviliği ve güzelliği ile tam da ayaklarınızın altında.
Harem, padişahın ailesi ile yaşadığı özel alanı, evi. Filmlerde ve romanlarda abartıldığı gibi değil tabii.
Mimarlık Fakültesindeki öğrenciliğim sırasında üç ay Topkapı sarayında çalışmıştım. Harem Dairesindeki Sübyan Mektebi ( küçük şehzadelerin okulu) ile ilgili ödev hazırlamıştım.
Arta kalan zamanlarımda, ziyarete açık olmayan birçok alana da girip görmüştüm. Birçok odada pencere yok, sadece tepedeki kubbede birkaç tane kavanoz gibi camdan biraz ışık sızıyor.
Isıtma ise, her odadaki ocaklarla (şömine gibi ), mangallarla sağlanıyormuş. Hal böyle olunca, harem sakinlerinin o meşhur dizideki gibi sere serpe dolaşmaları bana hiç gerçekçi görünmüyor.
Sarayın bahçesindeki çok yaşlı ağaçlar da dikkat çekiyor. Mesela bu ağacın içi tamamen boşalmış ama hala yemyeşil. Bu bahçede nelere şahit oldu, kim bilir.
Bu kadar yer gezdikten sonra artık acıkmıştık. Saray bahçesinin en güzel manzaralı yerinde bulunan meşhur Konyalı Restoran'a yöneldik. Tamamen Osmanlı Mutfağı yemekleri pişiriyorlar. Tavsiye ederim, muhteşem lezzetler var burada. Böyle bir atmosferde kendimizi sultanlar gibi hissettik.
Elbette bizim çakma sultanlığımızın da sonu geldi ve tekrar yollara düştük. Saraydan çıktıktan sonra hemen sağa kıvrıldık. Saray surları ile Aya Sofya'nın bahçe duvarı arasında daracık bir sokak vardır - Soğuk Çeşme Sokağı. Yine fakültedeki öğrenciliğim sırasında projelendirilmiş ve hayata geçirilmişti bu sokağın restorasyonu. Tipik aşı boyalı, cumbalı, kafesli, ahşap eski İstanbul evleri. Çoğu butik otel olarak hizmet veriyor. Arnavut kaldırımlardan aşağıya devam ettik ve Arkeoloji müzesinin önüne çıktık. Devamında Gülhane Parkı, biraz ileride İstanbul Valiliği, Sirkeci Garı ve işte Eminönü.
Mila'ya sürpriz olsun istedim. İskelede bekleyen ve Boğaz turu yapan vapurlara yanaştım. Bağıra çağıra müşteri topluyorlardı. "Yer var mı ?" dememle birlikte, bizi kollarımızdan tuttukları gibi vapura bindirdiler.
Mila, artık eve döneriz, diye düşünürken kendini vapurun tepesinde bulmuştu.
Az önce içinde gezindiğimiz Topkapı Sarayını şimdi karşıdan görüyorduk.
Ve işte hareket ettik !
Önce Avrupa yakasına yakın gidiyoruz. Karaköy, Tophane, Fındıklı, Kabataş önlerinde devasa bir kruz gemisi demirlemiş. Katlarını saymaya kalktım, karıştırdım. Dolmabahçe Sarayı, Beşiktaş, Çırağan ... Boğaziçi köprüsüne yaklaşıyoruz.
Ortaköy camisini paketlemişler, onarım var demek ki. Boğaziçi köprüsünün altından geçtik ve bu sefer Anadolu yakası yakınından dönüşe geçtik. Kuleli Askeri Lisesi, Beylerbeyi Sarayı, Üsküdar, Kız Kulesi....
İstanbul'u az çok bilen herkes, vapurlardan martılara simit atıldığını bilir.
Ben görmeyeli martılar iyice organize olmuşlar. Hatta turizm sektöründe istihdam edilmişler.
Dikkat ettim, martılar sürü halinde, boğazdaki her vapuru sırayla ziyaret ediyorlardı. Belli ki vapur işletenler onları yemleyerek bu işe alıştırmışlar.
Sıra bizim vapura gelmişti. Koca bir martı sürüsü üzerimizde uçuyordu ve işte simit parçaları savrulmaya başladı. Büyük maharetle havada yakalıyorlardı.
Can Yücel'in dediği gibi :
"Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin."
Arkası yarın...