30 Mayıs 2013 Perşembe
İSTANBUL, SULTAN AHMET MEYDANI ( Yabancı Gözüyle )
Mila ile 6. günümüz...
İstanbul' a ilk defa gelen bir yabancı ilk olarak nereye götürülür...Sultan Ahmet meydanına. Ben de aynen öyle yaptım.
Avcılar'da, oğlumun evinde kalıyoruz. Sabah taksiyle metrobüs durağına gittik. Akbillerimize para yükledim ve işte dün gördüğümüz insan seli akan üst geçitteydik. Turnikelerden geçtik ve binebileceğimiz kadar boşluk olan metrobüs kollamaya başladım. Devamlı binenler, kaldırım taşlarındaki kırık-çizik gibi izleri bellemişler sanki, öbek öbek olup bekliyorlar, metrobüs durunca tam kapı önlerine denk geliyorlar. Her işte tecrübeli olmak fark yaratıyor. Neyse koca koca adamlar itiş kakış bindikten sonra biz de bir şekilde bindik. Bir taraftan Mila'yı gözden kaybetmemeye dikkat ediyorum bir taraftan da tutunacak bir yer arıyordum. Onun boyu uzun olduğuna en tepedeki borulara rahatça tutunuyor. Ayakta da olsak, hiç olmazsa hızla ilerliyorduk, yan yollardaki araçlar gibi trafikte takılıp beklemiyorduk.
Zeytinburnu'da indik ve yine üst geçitten geçerek bu sefer de tramvaya bindik. Mila büyümüş gözlerle bakınıyordu. Ben de bir taraftan bir şeyler anlatmaya çalışıyordum. Omuz omuza yolculuk yaptığımız etraftakiler bizi duyuyor ama belli ki artık turistlere çok alıştıkları için başka dilde konuşmamıza aldırış etmiyorlardı.
Topkapı'da tarihi surlardan geçtik ve artık eski şehir içine girmiştik. Bizans imparatorları sefer dönüşü bu kapıdan şehre girer, halkı selamlaya selamlaya ilerler ve şimdi Sultan Ahmet Camisinin olduğu yerde bulunan saraylarına ulaşırlarmış. Çemberlitaş sütunu ilk yapıldığında üzerinde doğan güneşi selamlayan Apollon heykeli varmış. Daha sonra Bizans imparatorları bu heykeli indirip yerine kendi heykellerini koymayı adet edinmişler.
Fatih de İstanbul'u fethettikten sonra ilk olarak bu kapıdan girmiş ve aynı yoldan ilerleyerek Aya Sofya'ya gitmiş.
Eveet, biz de oradayız işte.
Tramvaydan indiğimizde bambaşka bir dünyaya adım atmış gibi olduk. Mila derin bir ohh çekti. Geniş bir meydan, bol ağaçlı yeşil alan ve asırlardır orada duran farklı medeniyetlere ait abideler: Antik Mısır'ın dikili taşları, Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) Aya Sofya'sı, Osmanlı İmparatorluğunun Sultan Ahmet Camii ve Alman İmparatoru 2.Wilhelm'in hediyesi Alman çeşmesi.
Zamanda geriye gittik derdim, eğer onlarca turist otobüsü olmasaydı. Ve nasıl mahşeri bir kalabalık ! Mila'nın demesiyle ; Sanki bütün dünyanın insanları buraya akın etmişti. Her ırktan, her milletten insanlar ve tabii her türlü dilde konuşmalar duyuluyordu. Aya Sofya'nın önündeki 5-6 tane upuzun ziiyaretçi kuyruğunu görünce oracıktaki bir banka çöktük. "Biz bugün buraya giremeyiz. Etrafı dolaşalım, yarın sabah saat 5'te gelelim..." Nasıl bir manzara olduğunu anlayın artık.
Karşımızdaki bina, 1500 yıldır oradaydı, neler neler görmüştü kim bilir... Türkler İstanbul'u ele geçirdiğinde bile 900 yaşındaymış.
Arkamızdan gelen neşeli seslere doğru dönüp baktğımızda renkli elbiseleriyle macuncuyu gördük. Bana soran gözlerle bakan Mila'ya, ne olduğunu anlatınca; "Haa,çubukta şeker...Demek ki lolipop, horoz şekeri fikri buradan geliyor !"
Aya Sofya'ya girme konusunda gözümüz korkunca, Bizans'ın stadyumu-Osmanlı'nın At Meydanına doğru yöneldik. Sultan Ahmet camisi önüne geldiğimizde , burada da ziyaretçi kuyruğu olduğunu ama hızlı ilerlediğini görünce hemen yanaştık. Bütün dış avluyu çepeçevre dolanan kuyrukta konuşa konuşa girişe kadar geldik. Ayakkabılarımızı çıkarmamız gerektiğini söyleyince Mila çok yadırgadı. Buranın müze olmadığını, cami olarak faal olduğunu ve namaz kılarken başımızı, yüzümüzü yere koyduğumuz için yerlerin temiz olması gerektiğini açıkladım. Bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyor, bu da onlardan biriydi sanırım. Neyse ki başımızı örtme konusunda hazırlıklıydı sanki.
Caminin diğer kapısından çıktığımızda, parkın içinden tekrar Aya Sofya'ya doğru ilerledik. Hürrem Sultan tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan Haseki Hamamı önüne kadar geldiğimizde baktım, Mila gülerek gözlerini bir yere dikmiş. Döndüğümde, Maraş dondurmacısını gördüm. Müşterisine meşhur numaralarını yapıp, bir türlü dondurmasını vermiyordu. Fotoğraf makinasına sarıldı hemen. Dondurma alalım mı dedim, boğazım ağrıyor, dedi. Epey seyrettikten sonra, "Sizin her işinizin bir de şov tarafı oluyor." dedi. Haklı galiba.
Cesaretimizi toplayıp Aya Sofya kuyruğuna girmeye karar verdik. Meğer önce bilet kuyruğunda beklenip bilet alınıyor, sonra da giriş kuyruğuna geçiliyormuş. Benim, müze kart olarak da kullanılan banka kartım vardı ama Mila için bilet alacaktık nasıl olsa. Sıradaki turistleri inceliyordum, Türk olmadıkları nasıl da belli ; Kuzu kuzu bekliyorlar, hiç kaynak yapan veya çaktırmadan öne geçmeye çalışan olmuyordu. Bizimki genetik bir durum mu acaba ?
Nihayet Aya Sofya'nın içindeydik. Bir müddet bakına bakına gezindikten sonra Mila; Kiliselerde, başta kubbede olmak üzere her tarafta ikonalar (duvar resimleri) olması gerektiğini, burada olmadığına göre, Osmanlı zamanında yok edilmiş olmalı diye konuştu. Ben de, fetihten sonra sadece bu kiliseye değil, şehirdeki hiç bir şeye zarar verilmediğini, bunu bizzat Fatih'in emrettiği ve gözettiğini söyledim. Camiye dönüştürülürken ikonaların üzerinin kireç badana ile kapatıldığını ki bu da aslında onların çevre şartlarından korunmasına yardımcı olduğunu, ancak
binanın depremlerde birkaç defa büyük hasar gördüğünü, kubbenin de tamamen yıkıldığını anlattım. Osmanlılar tarafından birçok defa onarım gördüğünü ve en son Mimar Sinan tarafından ilave edilen minareler ile birlikte deprem takviyeleri yapıldığından beri binanın çok daha dayanıklı hale geldiğini anlattım. Aya Sofya'nın belli yerlerinde günümüze kadar kalmış ikona bölümlerinin nasıl korunduğunu ve ancak etraflarının yaldızlı desenlerle bezendiğini görünce biraz aklına yatmaya başladı. Dedim ki , eğer kiliseleri yok etme gibi bir niyetleri olsaydı, en başta Topkapı Sarayı avlusundaki Aya İrini kilisesini yıkar veya camiye çevirirlerdi ki böyle bir şey olmamış. Diğer taraftan, her ne kadar hristiyanlar Hz. Muhammed'i peygamber olarak tanımasa da müslümanlar, kutsal kitabımızda da geçtiği için Hz. İsa'ya peygamber olarak inanır ve saygı duyarlar. Gözleri uzaklara dalarken "Yeniden gözden geçirmem ve düşünmem gereken konular bunlar." dedi. Ve ilave etti : "Batıda, müslümanların dogmalarla eğitildiği, diğer dinlere hiç toleransı olmadığı, kültür ve sanat eserlerine değer verilmediği yönünde yaygın kanı var. Hatta son yıllarda bu, müslüman = terörist haline geldi."
Bu konuları daha çok konuşacaktık, yolda, yemekte, kahvelerimizi yudumlarken.
Aya Sofya'nın bir bölümünde, ingilizce tanıtım videosu yayınlanıyordu. Büyük ilgiyle izledikten sonra, senin anlattıkların daha anlaşılırdı, dedi.
Tekrar dışarıdaydık ve fena halde acıkmıştık. Hemen yakındaki Sultan Ahmet Köftecisine gittik. Çok mu lezzetliydi, biz mi çok acıkmıştık karar veremedik. Eee karnımız doyunca gözümüz envai çeşit tatlılarla "yıkılan" vitrinlere yöneldi. Divan Yolundaki bir tatlıcının üst katında fıstık sarma ve burma kadayıflarımızı yerken bir taraftan da kahvelerimizi içtik ve koyu sohbetlerimize devam ettik.
Dinlenip toparlandığımıza kanaat getirince tekrar yollara düştük. Cağaloğlu'dan aşağıya doğru yürüdük, Eminönü'ne indik. Mila neredeyse adım başı fotoğraf çekiyordu.
Olmazsa olmazlardan biri, Mısır çarşısına gittik. Aman Allahım, ne kalabalık ! Bizim esnaf meğer kendini turizme çok iyi hazırlamış, her dili bülbüller gibi konuşuyorlar.
Bir tanesi çok azimliydi ; Fransızca dil döktü, benden tepki gelmeyince İngilizce
devam etti, baktı gene yok Rusçaya geçti. Çözemeyince "Wher are you from?" diye ısrar etti. "Türkçe konuş, Türkçe !" deyince, bastı kahkahayı.
Mila'nın dikkatini hangi dükkanların çektiğini anlamak için fotoğraflara bakmanız yeterli.
Eve döndüğümüzde pestil vaziyetindeydik ama azimle devam edeceğiz.
Arkası yarın....
.
Etiketler:
aya sofya,
gezi,
İstanbul,
Mısır çarşısı,
Sultan Ahmet,
yabancı,
yabancı gözüyle
29 Mayıs 2013 Çarşamba
ESKİŞEHİR - İSTANBUL YOLCULUĞU ( Yabancı gözüyle )
Misafirim Mila ile 5. günümüz ;
Bugün İstanbul yolcusuyuz. Kahvaltımızı yaptık, kahvelerimizi içtik, çantalarımızı hazırladık. Ben yokken çiçeklerim susuzluk çekmesinler diye her birinin toprağına birer su dolu pet şişesini ters çevirip batırdım. Böylece ben gelinceye kadar idare ederler.
Baktım Mila'da hafiften bir heyecan var ; Bir taraftan İstanbul için çok şey duymuş, çok şey okumuş, neyle karşılaşacağını merak ediyordu. Diğer taraftan aldığı hediyeliklerle tekerlekli bavulu dolmuş, yedek olarak getirdiği sırt çantasına da bir şeyler koymuştu. Haa, bir de her kaldığı otelde bir eşyasını unuta unuta buraya geldiği için, gene bir şey unutmamak için tekrar tekrar kontrol ediyordu.
Neyse otogara gittik, peronda hazır bekleyen otobüsümüzü bulduk. Mila yolu izleyebilsin hem de boyu uzun olduğu için rahat etsin diye en önden, 3-4 numaralı yerleri almıştım.
Birden bir davul - zurna sesi adeta patladı ve bütün otogarda yankılandı. Ne olduğunu anlamak için bakındık ve ayyıldızlı bayraklarla dans eden gençleri görünce asker uğurlaması olduğunu anladım. Mila için bu hiç beklenmedik ve çok şaşırtıcı bir olaydı. İyice yaklaştı, ilgiyle seyretti ve bol bol fotoğraf çekti. Meğer gençler bizim otobüsle yola çıkacaklarmış ve Bilecik'e gidiyorlarmış.
Hareket saati gelince, asker geçirenler otobüsün önüne geçip bayrak açtılar ve hep beraber İstiklal marşını okudular. Gençler de otobüsün ön tarafında durup veda ettiler. Mila:" Başka hiç bir ülkede askere böyle gidileceğini sanmıyorum, bu nasıl bir duygu, nasıl bir bağlılık, çok etkileyici." diyordu.
Bozüyük'e yaklaşınca rüzgar enerjisinden elektrik üreten rüzgar gülleri ( santralleri ) görünmeye başladı. O esnada çay-kahve yanında bisküvi - kek ikramı başladı. Mila' ya bir sürpriz daha olmuştu bu. Böyle servisi sadece uçak yolculuklarında görmüş.
Kahvelerimizi yudumlarken, yol boyunca devam eden hızlı tren inşaatı viyadük ve tünellerini seyrediyorduk. Gerçekten çok büyük bir yatırım, bir an önce bitse de trenle yolculuk yapabilsek tekrar.
Mila yol boyunca her şeyi büyük bir ilgiyle seyrediyor, merak ettiklerini soruyordu. Yolların çok güzel ve modern olduğunu, otobüsün çok konforlu olduğunu, çevredeki tarla ve bahçelerin itinayla işlendiğini biraz da hayretle belirtiyordu. Derken, ağaçlandırma yapılan bölgeleri görünce, bu manzarayı Türkiye' de gittiği hemen bütün yollar boyunca gördüğünü ve bu konuya bu kadar önem verilmesinden nekadar etkilendiğini anlatıyordu.
Mola zamanı, Pamukova'daki tesislerde 30 dakikamız vardı. Mila'ya, gelirken pişmaniye sipariş etmişler, daha önceden gelen arkadaşları.En taze pişmaniyeyi alabileceğimiz yere gelmiştik. Burada pişmaniye gözünüzün önünde üretiliyor, şekil verilip kutulanıyor. Ustaların çalışmasını seyretmek çok zevkliydi ama fazla zamanımız yoktu. Bol çeşitlerin arasından seçim yapması da zor oldu ama otobüs kalkmadan almayı başardık.
Otoban, Sapanca gölü, tüneller, viyadükler, aaa deniz göründü derken İstanbul'a girmiştik. Fatih Sultan Mehmet köprüsü ile Asya'dan Avrupa' ya geçtik. Mila hem fotoğraf çekmeye çalışıyor hem de her şeyi görmeye çalışıyordu.
15 -18 milyon nüfuslu bir mega kente geldiğini daha pek farkında değildi. Trafik hala akıcıydı, biz hala rahat bir yolculuk yapıyorduk.
Üst üste gibi duran devasa binalar, düzgün yol ve kavşaklar, yol kenarındaki rengarenk çiçeklerle bezenmiş peyzaj düzenlemelerine hayranlıkla bakıyordu.
Esenler otogarında inip servis minibüsüne bindik. Gitgide trafik yoğunlaşıyordu, dura kalka ilerlemeye başlamıştık. Çoktandır bu tip minibüslere binmediğim için uzak kalmışım, çalan tuhaf müziğin nasıl adlandırıldığını bilmiyorum ama hızlı çalınan uyduruk türkü gibiydi.
Mila'nın yüzündeki hayranlık, yerini yavaş yavaş şaşkınlık hatta biraz ürküntüye bırakmıştı. Bir ara "Bak bak" dedi ve bir üst geçiti gösterdi. Büyük bir insan kalabalığı yürüyor ve ardı arkası kesilmiyordu.
"Yarın biz de onların arasında olacağız." dedim. Ağzı açık kalmıştı, ne düşünüyordu kim bilir.
Arkası yarın.....
Bugün İstanbul yolcusuyuz. Kahvaltımızı yaptık, kahvelerimizi içtik, çantalarımızı hazırladık. Ben yokken çiçeklerim susuzluk çekmesinler diye her birinin toprağına birer su dolu pet şişesini ters çevirip batırdım. Böylece ben gelinceye kadar idare ederler.
Baktım Mila'da hafiften bir heyecan var ; Bir taraftan İstanbul için çok şey duymuş, çok şey okumuş, neyle karşılaşacağını merak ediyordu. Diğer taraftan aldığı hediyeliklerle tekerlekli bavulu dolmuş, yedek olarak getirdiği sırt çantasına da bir şeyler koymuştu. Haa, bir de her kaldığı otelde bir eşyasını unuta unuta buraya geldiği için, gene bir şey unutmamak için tekrar tekrar kontrol ediyordu.
Neyse otogara gittik, peronda hazır bekleyen otobüsümüzü bulduk. Mila yolu izleyebilsin hem de boyu uzun olduğu için rahat etsin diye en önden, 3-4 numaralı yerleri almıştım.
Birden bir davul - zurna sesi adeta patladı ve bütün otogarda yankılandı. Ne olduğunu anlamak için bakındık ve ayyıldızlı bayraklarla dans eden gençleri görünce asker uğurlaması olduğunu anladım. Mila için bu hiç beklenmedik ve çok şaşırtıcı bir olaydı. İyice yaklaştı, ilgiyle seyretti ve bol bol fotoğraf çekti. Meğer gençler bizim otobüsle yola çıkacaklarmış ve Bilecik'e gidiyorlarmış.
Hareket saati gelince, asker geçirenler otobüsün önüne geçip bayrak açtılar ve hep beraber İstiklal marşını okudular. Gençler de otobüsün ön tarafında durup veda ettiler. Mila:" Başka hiç bir ülkede askere böyle gidileceğini sanmıyorum, bu nasıl bir duygu, nasıl bir bağlılık, çok etkileyici." diyordu.
Bozüyük'e yaklaşınca rüzgar enerjisinden elektrik üreten rüzgar gülleri ( santralleri ) görünmeye başladı. O esnada çay-kahve yanında bisküvi - kek ikramı başladı. Mila' ya bir sürpriz daha olmuştu bu. Böyle servisi sadece uçak yolculuklarında görmüş.
Kahvelerimizi yudumlarken, yol boyunca devam eden hızlı tren inşaatı viyadük ve tünellerini seyrediyorduk. Gerçekten çok büyük bir yatırım, bir an önce bitse de trenle yolculuk yapabilsek tekrar.
Mila yol boyunca her şeyi büyük bir ilgiyle seyrediyor, merak ettiklerini soruyordu. Yolların çok güzel ve modern olduğunu, otobüsün çok konforlu olduğunu, çevredeki tarla ve bahçelerin itinayla işlendiğini biraz da hayretle belirtiyordu. Derken, ağaçlandırma yapılan bölgeleri görünce, bu manzarayı Türkiye' de gittiği hemen bütün yollar boyunca gördüğünü ve bu konuya bu kadar önem verilmesinden nekadar etkilendiğini anlatıyordu.
Mola zamanı, Pamukova'daki tesislerde 30 dakikamız vardı. Mila'ya, gelirken pişmaniye sipariş etmişler, daha önceden gelen arkadaşları.En taze pişmaniyeyi alabileceğimiz yere gelmiştik. Burada pişmaniye gözünüzün önünde üretiliyor, şekil verilip kutulanıyor. Ustaların çalışmasını seyretmek çok zevkliydi ama fazla zamanımız yoktu. Bol çeşitlerin arasından seçim yapması da zor oldu ama otobüs kalkmadan almayı başardık.
Otoban, Sapanca gölü, tüneller, viyadükler, aaa deniz göründü derken İstanbul'a girmiştik. Fatih Sultan Mehmet köprüsü ile Asya'dan Avrupa' ya geçtik. Mila hem fotoğraf çekmeye çalışıyor hem de her şeyi görmeye çalışıyordu.
15 -18 milyon nüfuslu bir mega kente geldiğini daha pek farkında değildi. Trafik hala akıcıydı, biz hala rahat bir yolculuk yapıyorduk.
Üst üste gibi duran devasa binalar, düzgün yol ve kavşaklar, yol kenarındaki rengarenk çiçeklerle bezenmiş peyzaj düzenlemelerine hayranlıkla bakıyordu.
Esenler otogarında inip servis minibüsüne bindik. Gitgide trafik yoğunlaşıyordu, dura kalka ilerlemeye başlamıştık. Çoktandır bu tip minibüslere binmediğim için uzak kalmışım, çalan tuhaf müziğin nasıl adlandırıldığını bilmiyorum ama hızlı çalınan uyduruk türkü gibiydi.
Mila'nın yüzündeki hayranlık, yerini yavaş yavaş şaşkınlık hatta biraz ürküntüye bırakmıştı. Bir ara "Bak bak" dedi ve bir üst geçiti gösterdi. Büyük bir insan kalabalığı yürüyor ve ardı arkası kesilmiyordu.
"Yarın biz de onların arasında olacağız." dedim. Ağzı açık kalmıştı, ne düşünüyordu kim bilir.
Arkası yarın.....
23 Mayıs 2013 Perşembe
YABANCI GÖZÜYLE ESKİŞEHİR ( Müzeler ve Parklar )
Dün yiyecek içecek konularından gittik ya sabah kahvaltısında da devam ettik. Mila benden yeni yemek, pasta, börek tarifleri istedi . Tarif defterimi açtım, aklına yatan veya tavsiye ettiğim tarifleri itinayla yazdı.
Sonra Skype' tan İsviçre'de masterini bitirdikten sonra staj yapan kızıyla görüştü. Baktım büyük hararetle konuşuyorlar. Meğer kızı yıllardır lisanslı basketbolcuymuş ve birkaç yıl önce uluslararası bir turnuva için İzmir' de bulunmuş. Şimdi de okulunu bitirince birkaç farklı ülkeden şirketlere iş için başvurmuş. Aralarında Türk şirketleri de varmış ve Mila, kızının Türkiye'ye yerleşip çalışmasına ısrarla karşı çıkıyormuş. Ama şimdi gelip kendi gözleriyle görünce yanıldığını anlamış ve fikrini değiştirmiş. Kızına büyük hararetle buranın nekadar gelişmiş ve modern bir yer olduğunu, insanların birbirine ne kadar hoş görülü davrandığını...art arda sıralıyordu. "Artık seni destekliyorum, buraya gelmen için ne gerekiyorsa yap." diyordu.
Sonra hazırlandık ve evden çıktık. Tramvayla 2Eylül caddesinden, Reşadiye Camisi yanından geçtik ve Stadyum durağında indik. Bugün Arkeoloji müzesini geziyoruz. İtiraf etmem gerekiyorsa, bunca yıllık Eskişehir' liyim ve ilk defa burayı ziyaret edecektim. Durup dururken de müzeye gidilmiyor ki, kısmet bugüneymiş.
Anadolu' nun birçok yeri gibi buradaki yerleşimler de M.Ö. 14. yüzyıldan itibaren biliniyor. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar ve bizler... Kimler gelmiş, kimler geçmiş....
Her dönemin arkeolojik buluntuları çok hoş va anlaşılır bir mizansen içinde anlatılmış. Müzede bazı interaktif anlatım sistemleri de kullanılmış. Mesela bu eski zaman iki tekerlekli arabasına binince sanal atın dizginlerini kullanarak bir antik şehirde dolaşabiliyorsunuz. Zemin kattaki fotoğraf sergisini de tamamlayınca karnımız acıkmıştı bile.
Mila, ülkesinde döner dükkanları olduğunu hatta oğlunun çok sevdiğini söylemişti. Sadece dürüm şeklinde satılıyormuş. Bugün şöyle yoğurtlu tereyağlı iskender kebaplarımızı yedik. "Döner" adının nereden geldiğini öğrenmek ve gerçeğini yemekten çok memnundu elbette. Yemek sonrası çaylarımızı içtik, çiçeklerle bezenmiş püfür püfür bahçede uzun uzun sohbet ettik.
Sonra Atatürk Bulvarında yürüyüşe geçtik. Bu semt Eskişehir'in en modern yapılarının, en geniş yollarının, yaya ve bisikletliler için düzenlenmiş kaldırımlarının bulunduğu yerdir. Üstelik her taraf çok bakımlı bahçelerle bezenmiş.
Mila her tabelayı sesle okuyordu, ne demek olduğunu soruyordu. Artık bazı şeyleri öğrenmeye başladı. "Teşekkür ederim " demesi zor geldiği için "Sağ ol " demesini öğrettim. Bir de her tanıdığım "Hoş geldin " dediği için, "Hoş bulduk" demesini öğrendi.
Artık eve gidip dinlenmeyi düşünürken, apartmandan komşum aradı neredesiniz, diye. "Misafirini Sazova ve Şelale Parklarına götürememişsindir, hadi gelin de birlikte gidelim." dedi.
Eski gerçek uçakların sergilendiği Havacılık Müzesinin yanından geçtik ve Sazova Bilim Sanat ve Kültür Parkına vardık.
Çok geniş bir arazi üzerinde gölet, Disneyland'ı andıran şato, korsan gemisi, çocuklara yönelik uzay bilimleri deney merkezi, yarı açık konser salonu, amfitiyatro, ulaşımda kullanılan tren, kafe, restoran ve çok sayıda çocuk oyun alanları var.
Masal şatosu kulelerinin esin kaynakları ise şöyle :Çan kulesi- Diyarbakır, Adalet kulesi- Topkapı Sarayı, Ulu kule- Mardin, Burgulu kule- Amasya, Galata kulesi- İstanbul, Yivli kule- Antalya, Kız kulesi- İstanbul, Sindrella kulesi- İstanbul.
Özellikle Ramazan ayında buradaki konser salonunda her akşam halka açık konserler ve eğlenceler düzenleniyor.
Tekrar arabalara atladık ve bütün Eskişehir'i tepeden gören Şelale parka gittik.
Bir bakıma Mila'nın Eskişehir'e vedasıydı bu. Yarın İstanbul' a yolculuk var.
Arkası yarın...
22 Mayıs 2013 Çarşamba
YABANCI GÖZÜYLE ESKİŞEHİR ( Çarşı ve Espark )
Mila ile 3. günümüz ;
Mila mutfağı, yemek pişirmeyi seviyor
ve gerçekten yetenekli bir aşçı. Baharat
lara, doğal bitki çaylarına ve sağlıklı bes
lenmeye meraklı.
Geçen yıl giderken, ona basit ama farklı
ne yapabilirim diye düşünmüştüm ve
bulgur götürüp kısır yapmıştım. Sonra
tavuklu pilav pişirmiştim. Bayılmıştı,
ayrıntılı olarak tariflerini yazmıştı. Başta
pul biber olmak üzere birçok baharat da
götürmüştüm. Arkadaşlarına kısır yapıp
hava atınca bir sürü baharat siparişi almış.
E tabi herkese ufak hediyeler götürmek
istiyor ve bazı alınması gereken ihtiyaçları
vardı. Yani bugün çarşı pazar günümüz olacak.
Buraya gelmeden önce kaldığı otellerde çok harika ve çok çeşitli yeşillikler, "kokulu" sebzeler varmış, onlara da bakalım ;
Ülkesinde minik kaplarda Humus satılıyor ve o çok seviyormuş, nasıl yapıldığını biliyor muymuşum;
Aktarlarda (tabii bunu o demedi, uzun bir tariften sonra aktar olduğunu ben anladım) siyah, kuru, kabuk gibi, ipe dizili bir şeyler varmış, o neymiş ;
Baklavacıda görmüş, ince kadayıfın üzerinde yemyeşil bir şey varmış, o neymiş;
Sanırım, bugün neler yapacağımızı söylemeye gerek kalmadı.
Yola koyulduk. Köprübaşında, niyetimizi anlamış gibi Nasreddin Hoca kazanlarıyla bize bıyık altından gülümsüyordu.
Hamamyolu girişinde her zaman mis gibi taze kavrulmuş - çekilmiş kahve kokar, Mila da bu baştan çıkarıcı kokuya kapıldı, doğru o tarafa yöneldi. Evde kahve var diyerek zor toparladım.
Giyim, ayakkabı, tekstil, züccaciye v.b. mağazalarla hiç işi yoktu. Büyük bir şarküteri mağazasına girdik. Envai çeşit peynir, zeytin, bal, sucuk, pastırma...
Uzun uzun baktığımızı görünce seçemiyoruz sandılar, menşeylerini ve özelliklerini anlatıp tattırmaya başladılar. Mila önce ne olduğunu anlamadı ama sonra hoşuna gitti. "Burada aç kalınmaz." diye gülümsüyordu. Petekli balı ise sadece belgesellerde görmüş.
Sonra kuyumcular çarşısına gittik. Altından çok gümüşlerle ilgilendi, kızı için bileklik bakıyordu. Bu arada dikkatini çekmiş, "Herkes bana bakıyor, yabancı olduğum çok mu belli oluyor?" dedi. Türk standartlarına göre çok uzun boylu olduğu için baktıklarını söyledim. Yoksa ne giyiminde ne de tipinde göze batacak bir durumu yoktu.
Tarihi Taşbaşı çarşısında kuru yemişçiler ve aktarlar en favori mekanlarımız oldu, hiç birini es geçmedik. "Siyah, kuru, ipe dizilmiş" şeylerin patlıcan kurusu olduğunu öğrenince hayreti görülmeye değerdi. Peki nerede kullanılıyormuş... Biber dolması gibi deyince, sıcak suyla haşlanıp nasıl yumuşatılacağını, nasıl doldurulacağını anlattım. "Bunlardan kesin almam lazım." diye kararını vermişti bile.
Kadayıfın üzerindeki yemyeşil şeyin de Antep fıstığı olduğuna önce inanmadı. Sonra anlaşıldı ki o sadece kavrulmuş Antep fıstığı görmüş ki rengi sarı-krem oluyor.
Öğlen olup acıkınca Eskişehir'in meşhur çiğböreğini yemek üzere Papağan Çiğbörekçisinde yerimizi almıştık bile. Ayranla harika gidiyor. Hem lezzetli hem de hesaplı olduğu için her zaman fazlasıyla rağbet görüyor. "Hadi kalkın da biz oturalım." diye gözümüzün içine bakanları daha fazla bekletmeden kalktık ve 2 Eylül caddesine yöneldik.
Bu gezdiğimiz bütün yerler yani şehir merkezinin neredeyse tamamı araç trafiğine kapalı, tam bir yaya cenneti. Engelliler ve bebek arabalı annelerin rahatça dolaşabilmesi için de gerekli her türlü düzenleme yapılmış. Sadece gece, belli saatler arasında araçlar girebiliyor.
Bir fırının önünde durakladık. Mila, çeşit çeşit ekmekleri, çörekleri inceliyordu. Eskişehir'e has haşhaşlı ekmeği ( çörek diyen de var) gösterdi, özelliği ne diye sordu. Bol haşhaşlı, dedim. Gözlerinin büyümeye başladığını görünce, yanlış söylediğimi anladım ve hemen, bir çeşit gelincik tohumu diye devam ettim. Ama tamamen rahatlaması için " Merak etme, uyuşturucu maddeyle hiç bir alakası yok." diye ilave etmem gerekti. Kahvaltıda yemek üzere cevizlisinden aldık.
Meyve - sebze reyonu zengin olan bir markete girdik. Salata yapmak için çeşit çeşit sebzeler, yeşillikler aldık. Domatesleri, salatalıkları kokluyor, "Bunların ne güzel kokusu var, bizimkiler iyice yapay." diyordu.
Yine koklaya koklaya çilek, kayısı ve üzümler seçildi.
Elimiz kolumuz doldukça yavaş yavaş eve yöneldik. Madem bugün yiyecek içecekten gidiyoruz ve Eskişehir' e özgü tatları tanıtıyoruz, Kara Kedi Bozacısına uğramamak olmazdı. Üç kuşaktır devam eden, tadı hiç değişmeyen, kaliteden ödün vermeyen bir Eskişehir klasiği. Mila hemen bir bardak içip, bildiği bozadan çok farklı olduğunu söyledi. Eve de bir kilo aldık.
Akşam yemeği hazırlıklarına başladığımızda, Mila büyük zevkle salata yapmaya girişti. Ben de buz dolabında bulundurduğum haşlanmış nohutla humus yapmaya başladım. Nohut, tahin, biraz sarımsak, limon ve tuzu robottan geçirdim ve humusumuz hazırdı. Mila da öğrenmek için takip ediyordu. Nohut haşlamayı denediğini ama basınçlı tencerede pişirmesine rağmen sert kaldığını anlattı. Bir gün önceden ılık suda bekletmesi gerektiğini söyledim. Artık çok sevdiği humusu kendi yapacağına eminim.
Tekrar çıktık, bu sefer İsmet İnönü veya halk arasında dendiği gibi Doktorlar caddesinden ilerliyorduk.
Mila, gelmeden önce Türkiye' deki yaşantının Arap ülkelerindeki gibi olmasa da, yakın olduğunu düşündüğünü; Ayrıca dünyada yaygın olan " Müslüman = Terörist " imajını belli çevrelerin hak ettiğini düşünmekle birlikte ürkütmekten de geri kalmadığını söyledi.
Ama buraya geldikten sonra kafasındakinden çok farklı bir Türkiye gördüğünü söyledi. Birçok sosyal sorununu halletmiş, ekonomisi güçlü ve canlı, genç nüfusuyla dinamik, düzenli, temiz...Ve hemen ilave etti, " Ne işiniz var Avrupa Birliğinde, ihtiyacınız yok ki."
Gözlemlerine göre, giyim ve davranış bakımından birçok farklı tipte insanın bir arada, birbirini yadırgamadan ve kaynaşmış şekilde yaşadığını söyledi. ABD' de de çok farklı insanların yaşadığını ama her kesimin kendi yaşantı biçimi olduğu ve aralarında buradaki gibi bir birliktelik, kaynaşma olmadığını ilave etti.
Diğer bir gözlemi de, burada herkesin bir başkasıyla rahatlıkla diyaloğa girebildiği, (yanımda dolaştığı için böyle algılamış olabilir :)) yardıma hazır, sıcak ve güler yüzlü olduğu yönünde.
Tatlı yiyelim tatlı konuşalım sözü boşuna olmasa gerek :))
Bugünü de Espark AVM' de tamamladık.
Arkası yarın......
Mila mutfağı, yemek pişirmeyi seviyor
ve gerçekten yetenekli bir aşçı. Baharat
lara, doğal bitki çaylarına ve sağlıklı bes
lenmeye meraklı.
Geçen yıl giderken, ona basit ama farklı
ne yapabilirim diye düşünmüştüm ve
bulgur götürüp kısır yapmıştım. Sonra
tavuklu pilav pişirmiştim. Bayılmıştı,
ayrıntılı olarak tariflerini yazmıştı. Başta
pul biber olmak üzere birçok baharat da
götürmüştüm. Arkadaşlarına kısır yapıp
hava atınca bir sürü baharat siparişi almış.
E tabi herkese ufak hediyeler götürmek
istiyor ve bazı alınması gereken ihtiyaçları
vardı. Yani bugün çarşı pazar günümüz olacak.
Buraya gelmeden önce kaldığı otellerde çok harika ve çok çeşitli yeşillikler, "kokulu" sebzeler varmış, onlara da bakalım ;
Ülkesinde minik kaplarda Humus satılıyor ve o çok seviyormuş, nasıl yapıldığını biliyor muymuşum;
Aktarlarda (tabii bunu o demedi, uzun bir tariften sonra aktar olduğunu ben anladım) siyah, kuru, kabuk gibi, ipe dizili bir şeyler varmış, o neymiş ;
Baklavacıda görmüş, ince kadayıfın üzerinde yemyeşil bir şey varmış, o neymiş;
Sanırım, bugün neler yapacağımızı söylemeye gerek kalmadı.
Yola koyulduk. Köprübaşında, niyetimizi anlamış gibi Nasreddin Hoca kazanlarıyla bize bıyık altından gülümsüyordu.
Hamamyolu girişinde her zaman mis gibi taze kavrulmuş - çekilmiş kahve kokar, Mila da bu baştan çıkarıcı kokuya kapıldı, doğru o tarafa yöneldi. Evde kahve var diyerek zor toparladım.
Giyim, ayakkabı, tekstil, züccaciye v.b. mağazalarla hiç işi yoktu. Büyük bir şarküteri mağazasına girdik. Envai çeşit peynir, zeytin, bal, sucuk, pastırma...
Uzun uzun baktığımızı görünce seçemiyoruz sandılar, menşeylerini ve özelliklerini anlatıp tattırmaya başladılar. Mila önce ne olduğunu anlamadı ama sonra hoşuna gitti. "Burada aç kalınmaz." diye gülümsüyordu. Petekli balı ise sadece belgesellerde görmüş.
Sonra kuyumcular çarşısına gittik. Altından çok gümüşlerle ilgilendi, kızı için bileklik bakıyordu. Bu arada dikkatini çekmiş, "Herkes bana bakıyor, yabancı olduğum çok mu belli oluyor?" dedi. Türk standartlarına göre çok uzun boylu olduğu için baktıklarını söyledim. Yoksa ne giyiminde ne de tipinde göze batacak bir durumu yoktu.
Tarihi Taşbaşı çarşısında kuru yemişçiler ve aktarlar en favori mekanlarımız oldu, hiç birini es geçmedik. "Siyah, kuru, ipe dizilmiş" şeylerin patlıcan kurusu olduğunu öğrenince hayreti görülmeye değerdi. Peki nerede kullanılıyormuş... Biber dolması gibi deyince, sıcak suyla haşlanıp nasıl yumuşatılacağını, nasıl doldurulacağını anlattım. "Bunlardan kesin almam lazım." diye kararını vermişti bile.
Kadayıfın üzerindeki yemyeşil şeyin de Antep fıstığı olduğuna önce inanmadı. Sonra anlaşıldı ki o sadece kavrulmuş Antep fıstığı görmüş ki rengi sarı-krem oluyor.
Öğlen olup acıkınca Eskişehir'in meşhur çiğböreğini yemek üzere Papağan Çiğbörekçisinde yerimizi almıştık bile. Ayranla harika gidiyor. Hem lezzetli hem de hesaplı olduğu için her zaman fazlasıyla rağbet görüyor. "Hadi kalkın da biz oturalım." diye gözümüzün içine bakanları daha fazla bekletmeden kalktık ve 2 Eylül caddesine yöneldik.
Bu gezdiğimiz bütün yerler yani şehir merkezinin neredeyse tamamı araç trafiğine kapalı, tam bir yaya cenneti. Engelliler ve bebek arabalı annelerin rahatça dolaşabilmesi için de gerekli her türlü düzenleme yapılmış. Sadece gece, belli saatler arasında araçlar girebiliyor.
Bir fırının önünde durakladık. Mila, çeşit çeşit ekmekleri, çörekleri inceliyordu. Eskişehir'e has haşhaşlı ekmeği ( çörek diyen de var) gösterdi, özelliği ne diye sordu. Bol haşhaşlı, dedim. Gözlerinin büyümeye başladığını görünce, yanlış söylediğimi anladım ve hemen, bir çeşit gelincik tohumu diye devam ettim. Ama tamamen rahatlaması için " Merak etme, uyuşturucu maddeyle hiç bir alakası yok." diye ilave etmem gerekti. Kahvaltıda yemek üzere cevizlisinden aldık.
Meyve - sebze reyonu zengin olan bir markete girdik. Salata yapmak için çeşit çeşit sebzeler, yeşillikler aldık. Domatesleri, salatalıkları kokluyor, "Bunların ne güzel kokusu var, bizimkiler iyice yapay." diyordu.
Yine koklaya koklaya çilek, kayısı ve üzümler seçildi.
Elimiz kolumuz doldukça yavaş yavaş eve yöneldik. Madem bugün yiyecek içecekten gidiyoruz ve Eskişehir' e özgü tatları tanıtıyoruz, Kara Kedi Bozacısına uğramamak olmazdı. Üç kuşaktır devam eden, tadı hiç değişmeyen, kaliteden ödün vermeyen bir Eskişehir klasiği. Mila hemen bir bardak içip, bildiği bozadan çok farklı olduğunu söyledi. Eve de bir kilo aldık.
Akşam yemeği hazırlıklarına başladığımızda, Mila büyük zevkle salata yapmaya girişti. Ben de buz dolabında bulundurduğum haşlanmış nohutla humus yapmaya başladım. Nohut, tahin, biraz sarımsak, limon ve tuzu robottan geçirdim ve humusumuz hazırdı. Mila da öğrenmek için takip ediyordu. Nohut haşlamayı denediğini ama basınçlı tencerede pişirmesine rağmen sert kaldığını anlattı. Bir gün önceden ılık suda bekletmesi gerektiğini söyledim. Artık çok sevdiği humusu kendi yapacağına eminim.
Tekrar çıktık, bu sefer İsmet İnönü veya halk arasında dendiği gibi Doktorlar caddesinden ilerliyorduk.
Mila, gelmeden önce Türkiye' deki yaşantının Arap ülkelerindeki gibi olmasa da, yakın olduğunu düşündüğünü; Ayrıca dünyada yaygın olan " Müslüman = Terörist " imajını belli çevrelerin hak ettiğini düşünmekle birlikte ürkütmekten de geri kalmadığını söyledi.
Ama buraya geldikten sonra kafasındakinden çok farklı bir Türkiye gördüğünü söyledi. Birçok sosyal sorununu halletmiş, ekonomisi güçlü ve canlı, genç nüfusuyla dinamik, düzenli, temiz...Ve hemen ilave etti, " Ne işiniz var Avrupa Birliğinde, ihtiyacınız yok ki."
Gözlemlerine göre, giyim ve davranış bakımından birçok farklı tipte insanın bir arada, birbirini yadırgamadan ve kaynaşmış şekilde yaşadığını söyledi. ABD' de de çok farklı insanların yaşadığını ama her kesimin kendi yaşantı biçimi olduğu ve aralarında buradaki gibi bir birliktelik, kaynaşma olmadığını ilave etti.
Diğer bir gözlemi de, burada herkesin bir başkasıyla rahatlıkla diyaloğa girebildiği, (yanımda dolaştığı için böyle algılamış olabilir :)) yardıma hazır, sıcak ve güler yüzlü olduğu yönünde.
Tatlı yiyelim tatlı konuşalım sözü boşuna olmasa gerek :))
Bugünü de Espark AVM' de tamamladık.
Arkası yarın......
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)